sıradan bir deli
(Pınar Kür'ün Bir Deli Ağaç'ını anımsayarak ..)
Odamda benim
dışımda her şey beyaz. Duvarlar, tavan, penceredeki demirler, yerler...
Kaç gündür buradayım bilmiyorum, kaç gün daha kalacağım onu da bilmiyorum.
Okuyacak hiçbir şey yok. Kalem, kâğıt ya da konuşacak biri de yok.
Gün boyu yaşamıma giren gözleri düşünüyorum. Hatta iyice abartıp
rastladığım ama unutmadığım gözleri bile anımsamaya uğraşıyorum.
Sabah uyanır uyanmaz başlıyorum gözleri anımsama oyunuma. Zihnim
gözlerden oluşan bir sözlük gibi
kafamda kodlanmış adı ya da kavramı söyler söylemez görüntüyü veriyor.
Birer birer sayıyorum gözleri:
Bir, annemin
gözleri,
İki babamın,
Üç kızkardeşimin,
Dört bir dostun,
Beş bir tanıdığın,
Altı arkadaşlarımdan birinin
Yedi komşunun...
Bakkalın, ilk patronumun, beni işten atan müdürün, ilk sevgilimin,
o polisin...
Gün boyu sayıyorum
ama nedense 176'ya gelince şaşırmaya
başlıyorum. Mesela, bakkalın gözleri dediğimde, acaba daha da önce
bakkalın gözleri demiş miydim diye telaş ediyorum. Anımsamaya çalışıyorum,
olmuyor. Dün müydü, bugün müydü bilemez oluyorum. Büyük bir sıkıntı
çörekleniyor üstüme. Neden 176?
İlkokul numaram diye mi, bilmiyorum. İlkokul numaram 176
mıydı, artık ondan da emin değilim. Acaba 176
numaralı bir otel odasında kalmış mıydım? 176
gözün 176'sının da göz kapakları
iniyor, hepsi birbirine benzemeye başlıyor. 176'yla
uğraşmaya başlıyorum.
Bu anlar,
öğleden sonralara denk geliyor hep, odamın içine düşen ışıktan
anlıyorum. Öğleden sonraları pencerenin demirlerinden güneş ve gölge
giriyor. Gölge güneşi taşıyarak üstümden atlayıp kapının soluna
düşüyor. Göz sözlüğü olmuş belleğimi
yokluyorum. Gözler duygularını yitirip bir androidin
metal bakma deliklerine dönüşüyor sanki. İşte o android
zamanları başladığında gölge güneşi
tekrar kucaklayıp pencereden dışarı fırlatıyor. Duvarlar mavileşmeye
başlıyor. Ben androide doğru yürümeye
başlıyorum. Akşam iniyor bir yerlere, benim beyaz badanalı odama
mavi doluyor.
Ve tren düdükleri
duymaya başlıyorum. Önce uzaktan gelen, uzağa giden dost
sesler bunlar. Ama giderek yaklaşıyor ses. Ses yaklaşıyor, yaklaşıyor
ve hatta tanıdık bir trenin tanıdık çığlığı halini alıyor. Ellerimi
kulaklarıma bastırıyorum. Bu Ankara-İstanbul
arası giden, gelen, gelen giden o trenin, Mavi
Tren'in sesi! Tren düdük çala çala bir kulağımdan girip, diğerinden
çıkıyor, sağır oluyorum.
Geriye yalnızca
yağ, sigara ve içki kokan bir tren lokantasındaki görüntüler kalıyor.
Bir çift yeşil göz, hâlâ gözlerimden içime akıyor. Tüm kötü kokulardan
kurtuluyorum. O gözlere baktıkça burnuma çiğdem
kokuları doluyor.
"Volkan
gibi gözlerin var" diyorum, güneş bozkırın ötesinde kaybolup
ardında turuncu hüzünler bırakırken.
"Edebiyat
yapma!" diyerek gülüyor.
"O zaman
resmini yapmak isterim" diyorum,
"Zaten resim yapamadığım için
kelimelerle ya işim..."
Oysa tüm sanatlar
birleşip bir film oluyor her gece. Beyaz badanalı duvarlar, beyaz
perde gibi aynı filmi oynatıp duruyor. O gözlerin
edebiyat ve resimle buluşmasından
içimde belli belirsiz bir müzik
uyanıyor. Göğsümden taşıp, gırtlağımda bir yumru gibi büyüyen müzik,
her seferinde Vivaldi'nin Mevsimleri'ne öykünüyor. Yaz oluyor, kış
oluyor, sonbahar hatta ilkbahar
oluyor. Mevsimler değiştikçe o gözlerdeki ışık
ve renk de başkalaşıp duruyor ve ben her biri için edebiyat,
resim, heykel ve beste yapmak
için deli oluyorum.
Birden sesi
sanatlarıma karışıyor,
"Boşver bu romantik lafları, sen bilgisayar
dünyasından haber ver bana. Mesela kiska'dan
söz et" diyor.
Her akşam aynı
şey, gözleri birden android gözleri
gibi metalleşiyor. İçinde bir yığın bilgi ama duygudan eser yok.
Sesler, kokular, renkler yok oluyor. Bir anda hepsini birden kaybediyorum.
Sıradan bir tımarhanede, sıradan
bir deli olmak çok zor. Her günün akşamında bir kez daha yaşamak
istemediğimi düşünüyorum. Her günün akşamında hemşire bir kez daha
ilaçlarımı getiriyor. Zorla içiriyor hepsini, yirmi dört saat daha
ölmeyi yasaklıyor.
deniz spatar 26062002