Maarif kolejleri 5 tane. Yakın olanları da Eskişehir ve Konya'da. İkisinde
de tanıdık yok. Haritaya bakıldı: Konya 5 - 10 km daha yakın. Orası
seçildi. Yoksa benim Eskişehir'i, Konya'yı görmüşlüğüm yok.
Annem
ve ben, Konya'ya ilk gidişimiz, sınav sonrasında Sabriye Yaşamış'ın
lokantasında öğle yemeği. Bana garip gelen bir kent, lokanta da öyle.
Hatırladığım birbirinden uzakça masalar, üzerlerinde beyaz örtüler ve
tabaklar, bazı masaların aralarında tül perdeler ve dolaşarak özenle,
yorulmaksızın müşterileriyle ilgilenen Sabriye Yaşamış. Yemeklerin çok
güzel olduğunu hatırlar gibiyim, ama beni daha çok etkileyen Sabriye
Yaşamış'ın herkesle ilgilenmesiydi sanırım ..
Ankara'ya
dönüş ve bir kaç hafta sonra gelen sınav sonuçları: 12. olmuşum. Bir
de kayıt için gerekenler listesi: 6 beyaz gömlek, 2 gri serj pantolon,
2 lacivert ceket ve kravat .. İlkokul önlüğünden sonra hepsi yabancı.
Kom
marka gömlekler alındı. Yeni çıkmış, %100 naylon, manşetli, siyah plastik
kol düğmeleri de var.
Hep
inandığım - inandırıldığım ya da - benim yatılı okumak istediğim. Oysa
daha 11 yaşındayım.
Yaz
bitti, gene annemle Konya'ya yolculuk. "Git gel Konya 6 saat."
Ben sadece gidiyorum.
Okul
istasyonun yanında tarihi ve eski bir bina. Merivenlerde İhsan ağabeyle
(baba İhsan) tanıştık. Annem beni ona emanet etti. Sonra da Ankaramız'a
döndü.
Okulun
çatı katında bir sınıf, ilk günüm, ilk gecem. Saat akşamın ya beşi,
ya altısı. Kirlenmiş karpuzlar ışık vermiyor. Dört köşeye sığınmış dört
kişiyiz. Birisi Doğan, ceketi siyah - beyaz pötikareli, birisi Selim,
ama dördüncüyü hatırlayamadım. Önce kim başladı bilmiyorum. Hepimiz
ağlıyoruz, sessiz, kollarımız sıraların üzerinde, başlarımız kollarımıza
gömük. Saçlarımız alabrus (bu fırça usulü anlamına geliyor galiba).
Numaram
176.
Velim
olacak birisi yok. Kimseyi tanımıyoruz ki .. Nejat amcamın bir tanıdığı
varmış; vali muavini. Velim o oldu.
Bir
kaç grup sözü geçen var: Müdür ve muavinleri, hocalar, genellikle İmam
Hatip'den gelen mütalaa hocaları, hademeler ve büyük öğrenciler. Bir
sınıf büyük olana bile saygı (!) göstermek, "hazırlık su"
diye yemekhanede seslendiğinde koşup sürahiyi doldurmak gerekiyor.
Banyo
ciddi bir sorun. Aklımda kalan hepsi hepsi bir banyoda 4 göz yıkanma
yeri var. İçeride taş bir kurna, hamamtası, bir de kapı yerine koyu
gri perde. Pazar günleri sabah sıra büyüklerden başlıyor. Hazırlıklara
sıra akşamüstü geliyor, ama su soğumuş oluyor. Banyonun pislenmesi de
cabası. Baba İhsan sağolsun, meseleyi hiç değilse benim için çözüyor.
Sabah henüz su sıcakken yıkanmakta ve yıkanacak olanlardan 5'er dakika
istiyor. Onu kıramazlar. Onlar 15'er, bense 10 dakikada yıkanıyorum.
Büyük ayrıcalık.
Naylon
gömlekler kolay yıkanıyor. Sünger ve deterjanla tanışıyorum. Zaten galiba
yeni çıkmışlar. Lavaboda manşetleri ve yakayı şöyle kenarına dayayıp,
deterjanlı süngerle yıkamak yetiyor. Sonra da düzgünce askıya astımmı
sabaha temiz. Ütü de gerekmiyor. Naylon torba giymek gibi bir şey, ama
yıkaması pratik oluyor. 11 Yaşındayım, gömleğimi ve çoraplarımı yıkamayı
öğreniyorum. Gerçi çamaşırların yıkandığı bir yöntem var, ama özellikle
çoraplar kayboluyor. Kaybolmasın, karışmasın diye annem herşeyime 176'yı
işlemiş.
Temizliği
halleder gibiyim, ama ceket için yapabileceğim bir şey yok; yakalar
yemek listesi. Bir teneffüste bir ağabey "ne ulan bu halin",
diyor. Utanıyorum. Ne yapacağımı bilmediğimi daha da yerin dibine geçerek
söylüyorum kısılan sesimle. Terslenerek söylese de o gün kuru temizleyici
denen şeyi öğreniyorum.
Diyorlar
ki; yatılı okul yaşamı öğretir. İstemem kalsın. Yaşam öğrenilememesi
mümkün olabilen bir şey mi ? Hem böyle öğrenmek eksik olsun. Öğrenmemiş
olmayı bin kere tercih ederim.
Bir
kaç ayda bir eve gidebiliyorum, bavulum kirlilerle dolu. Eve yaklaşırken
gülümsememe engel olamıyorum, adeta ağzım yırtılacak. Güzel bir anı
belki, ama içimi acıtıyor.
Evde
telefon yok. Hem olsa bile telefon edebilecek imkan yok. Haberleşme
mektuplarla. Acil durumlarda ELT telgraf veya Çarşamba günleri babamın
işyerine ödemeli telefon. O zaman Çarşamba öğleden sonraları tatil.
Telefon edeceksem zaman postanede geçiyor. 'Normal' olursa en azından
bir iki saat bekliyorum telefon kabinlerinin önünde. Sonra da kısacık,
cızırtılı bir konuşma. Şimdi mektuplarıma bakıyorum da hep para istemişim
annemden, babamdan.
Tatil
günlerinin akşam üstlerinde okula dönmeliyiz. Tek eğlence sinema. Bir
keresinde aynı günde 6 film izlemişim. Emel Sayın, Ahmet Özhan, Kolsuz
Kahraman'lar, Drakula'lar, Anjelik'ler ..
Gerçi
o sonradan geliyor, ama en yakın arkadaşım Muhtar. Birlikte stüdyoda
çektirdiğimiz bir fotoğrafımız var. Fotoğrafçı ikimiz de birer vesikalık
isteyince bunu bedavaya çekiyor. Rütuş da yapmış. Zaten tüysüzüz, ama
iyiden iyiye bir tuhaf olmuş fotoğraf. Siyah beyaz.
Her
yılın bitiminde vedalaşıyoruz bir daha görüşmemek üzere, ama yeni yıl
ile gene kös kös dönüyoruz.
Her
zaman parasızım. Ben yetiştirmeye çalışıyorum, ama Selim'in umurunda
değil. Paralı günlerinde barbunya fasulyesi plakisi konservesi yiyip,
Samsun sigarası içiyor. Sonrası allah kerim.
Orta
ikideyiz. Muhtar'la Alaaddin Tepesi'ne, çay bahçesine gidiyoruz. Cebimizde
bir paket Samsun. Tek kibritle 10'ar sigarayı uçuca içiyoruz. Sigaraya
bile isteyerek başlıyoruz. Sonra gelsin Birinci, gitsin Bafra.
Vali
muavini tayin olmuş. Velim Halil bey oluyor. Şu herkese numaraları ile
seslenen müdür muavini ve tarih hocası Halil bey. İmzasını çok iyi taklid
edebiliyorum, ama korkumdan bir kere olsun deneyemiyorum. Sonrasında
ise velim okulun postacısı Ali efendi. Zaten okul bitebildiğinde yatağımı,
yorganımı, yastığımı ona bırakıyorum.
İki
yıl içinde iki resim sergisi açıyorum. İkincisinde resimlerimi at arabası
ile taşıyabiliyorum. Büyükler. En büyüğü Kafka'nın Dava'sı: 125 x 250
cm. Sergiyi vali açıyor. Gel de anlat resmin anlamını. Okul sonrası
resimler Konya'da kalıyor. Nasıl alabilirim ki ?
En
sevilen yemek trit. Biraz büyüyünce son lokmalara doğru tabağa birkaç
saç teli atıp tekrar yiyebilme hakkı kazanıyoruz. Yoksa diğer yemekler
hep karavanada.
Anlatmadığım
o kadar saçmalık var ki ..